Estetik yargının problemini, metafizik alanda incelediğimizde, bu kavramı bahsedilen çerçeve içerisine yerleştirmek için evrensel belirleyici bir tanım gösterilmesi gerekir. Yine, laboratuar estetiği açısından bu yargının olasılığını incelediğimizde bu kez, bilincin belirleyici koşullarını ortaya koymamız gerekecektir. Ancak her iki durumda karşımıza çıkan asıl sorun, estetik yargıyı evrensel kılabilen etkeni saptamak olacaktır.
Metafizik bakış açısından, insan bilincinin değişebilirliği karşısında, değişmez bir evrensel belirleyicinin varlığı düşüncesi bu konuda olan yargının temel dayanağıdır. Aynı yoldan gidecek olursak deney estetiği bakımından ise kesinlik, estetik yargıyı olabilir kılan bilinç koşullarının tanımlanmasına göre açıklanabilir. Ancak felsefenin alanından ayrılarak estetik yargının araştırılması problemini bilinç problemine indirgersek, ortak olan bilincin de dönüşen bilinç olduğu görülür. Ayrı bilinç kadar karmaşık olmasa da dönüşen varlığıyla kendini hissettirecektir. Bilinç, her zaman yaşam koşullarının gereklerine göre bir değişkenliğin nesnesi olacaktır. Yani sadece somut tutarlılığı olmayan beğeni yargıları değil, mutlak bir kesinlik ifade eden bilimsel yargılarda değişime uğrayacaktır. Burada, bilinç denilince; her biçimde düşünce faaliyetini sağlayan ruhsal fonksiyonları ve bu fonksiyonlarla sağlanmış, ruha geçici ya da daimi olarak yerleşmiş düşünce ürünlerini anlamak gerekir. Yani, bilinç bu ürünlerin üretim yeridir diyebiliriz. Bu alan sadece düşünsel etkinliğin değil, tüm ruhun alanını da kaplamaktadır. Ortaya düşünsel bir sonuç çıkarmak istediğimizde duyum, duygu ve düşünce kendi içlerinde ortaklaşa tüme varırlar.
Bilinç, iki bağlaşık terimi, Dünya’yı ve Ben’i birleştirir ve karşılaştırır. Yani bu iki terimi oluşturan düşüncenin birliğidir diyebiliriz. Bu nedenle evrenin bilinci, öznenin bilincini sarar. Çünkü öznenin kendini anlayışı ancak içinde bulunduğu evrenin içerisinde olur. Öznenin bilincinin, bir evren içerisinde var olması, onu bir ayna işlevindeymiş gibi gösterebilir ancak o, tam tersine etkin ve üretken bir oluşumdur. Bu üretkenliği aslında onun genele olan uyumundan değil; içte ya da dışta olan çatışkısından meydana gelir.
Bilinç kendini evren içerisinde zaman kavramıyla algılar. Böylece hem bu konudaki algısı, hem de bu algının içinde bulunmasıyla tarihsel bir nitelik taşır. Bilinç içerisinde nesnel gerçeklikle, öznel gerçeklik bir araya gelmiştir ve bence bilincin dışında öznel ya da nesnel gerçeklikte yoktur. İçselliğin ve dışsallığın bileşiminden oluşan duyumsal veri, kendini algıda gösterir. Bu veri yani imge,’Ben’ in dünya ile etkileşiminde elde ettiği ilk üründür. İmgede, nesnellik öznelliği ve öznel olanda nesnel olanda kendini bulur. Algıda kendini oluşturan imge kavramı, dünyanın ve ‘Ben’ in ortak ürünüdür. Ona, ayrıca algıda beliren biçimsellik diyebiliriz. Buna göre bilginin algıda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Diğer düşünsel etkinliklerin olduğu gibi, sanatın da kaynağı algıdadır. Yani bilginin temelinde olduğu gibi güzelin temelinde de algı vardır. Algıda oluşan imge, üstalgı da bilince açık duruma girer. Üstalgı kavramının kurucusu olan Leibniz, üstalgıyı bir algının bilince girişi olarak tanımlıyordu. Üstalgı, düşünceyle birleşen algıdır. İmgede bütünleşen duyumsal veri, bilinç için işlenebilir bir hammadde durumuna gelir. Böylece imge, ancak üstalgıda kavramın kurucu ögesi niteliğini kazanır. Üstalgıda doğrulanan duyumsal sunum, kavrama katılabilecek duygu yükleri taşır, bununla bir duygusal etki gücü oluşturur. Dıştan bilince olduğu gibi işleyen, yalın nesnel veri yoktur. Nesnel verinin bilinçte, her zaman duygusal katışıkları vardır. Bunun sonucunda duyumsal sunum, kavrama nesnelliğinin yanında duygu yükünü de taşır ve böylece duygusallık bilinçliliğin bir yüzüdür. Burada bilinç, nesneye yüklenen duyguyu anlamlandırmakla duygu-nesne bütünlüğü oluşturur. Bilinçteki her kavram, gerçekliğin izlenimleriyle kurulan bir öznel-nesnel gerçeklik olarak burada kendi oluşumunun tarihinde çok farklı duygu yükleri yüklenmiştir. Yani bilinç, duygusal özelliklerini dünya ve kendisiyle olan ilişkilerinden edinmiştir. Avşar TİMUÇİN’ in Estetik adlı kitabında verdiği örnek, bu durumun açıklayıcı niteliktedir:
‘Bendeki elma kavramı, elmanın basit bilgisiyle sınırlı değildir, yaşam deneylerim bu kavrama duyumsallıktan ve düşünsellikten giderek duygu yükleri katmıştır. Bilincim bu duygu yüklerini, başka kavramların belirleyiciliğinde ve bu kavramlarla oluşan fikirlerin belirleyiciliğinde (onların düşünsel ve duygusal koşullarında) yetkinleştirmiş, inceltmiş, yoğunlaştırmış, yalınlıklarından uzaklaştırarak bileşik kılmış ve çeşitlendirmiştir. Birinin bahçesinden elma aşırdığı için sopa yemiş bir çocuğun bilincindeki elma kavramının duygu yükü, komşusunun bahçesini suladığı için bir kucak elmayla ödüllendirilmiş bir çocuğun bilincindeki elma kavramının duygu yükünden çok ayrı olacaktır. Korkulu düşler gören birinin bilincindeki duygu yüküyle korkulu düş görmeyen birinin bilincindeki duygu yükü başka başka olacaktır.’
Bilinç nesnellikle ilişkisinden edindiği duygusallığını, nesnellikle her ilişkisinde ortaya koyar. Heyecanlar çeşitli duygu ve düşünce bileşimlerinden oluşan düşünce patlamalarıdır. Duygusallıktan bağımsız bir düşünsellik olamayacağı gibi, düşünsellikten bağımsız bir duygusallıkta olamaz. Burada bilinç, heyecanlarla sarılı bir etkinlik ortamı olarak da görülebilir. Heyecanlar, bedende görülen anlamların kökenidir ve her heyecanın bedende bir karşılığı vardır. Her estetik duygu ve bakış açısı kendini, bazı organik açılımlar ile gösterecektir. Burada estetik haz, içsel olanda olduğu kadar, dışsal olan bedende de gerçekleşmiş olur.
Estetik anlamda karşılaşılan uyarıcı ne kadar güçlü olursa olsun buna vereceğimiz tepki, sessiz ve ölçülü olmalıdır. Çünkü bu konudaki aşırı tepkiler genellikle sanatsal düzeyde bir yetersizlikle ilgili olmalıdır. Sanat izleyiciliği açısından bu konuda bazı örnekler vardır; kimi izleyici; sanat objesi karşısında bir düş dünyasında yaşamaktadır. Bu aşırı görünüm duyguların aşırı ve ölçüsüz etkinliğiyle, estetik yargı için için zorunlu olan, ussal edimlerin dışlanmasıyla oluşabilmektedir. Buna karşın son derece bilinçli izleyicilerde, heyecanlarını aklıyla ölçülü ve etkili kılanlar olacaktır. Böyle olanlar, estetik görülerini coşkunun taşkınlığına bırakmazlar.
Gerçek anlamda bir sanat izleyicisi beni tamamen yok saymak yerine onu, tüm güçlülüğüyle, tüm duygusallığı ve düşünselliğiyle ortaya çıkaracak, sonuçta yetkin kılmak isteyecektir. Bunun için tüm geçmişini ve bilgi birikimini izlemekte olduğu yaratıyı anlamak için etkin kılacaktır. Böylece gerçek heyecanlarını ancak gerçek duygu-düşünce dengesi içinde yaratabilecektir. Ancak, bir sanat eserini izleme durumunda kendimizde ortaya çıkan heyecan ve düşünselliğin, yapıttaki anlamı da örtecek nitelikte olmaması gerekir.
Sanatçı yapıtını bilincin düşünsel ve duygusal belirleyiciliğinde, mutlak bir özgürlük içerisinde var ediyor olmalıdır. Yaratma süreci de ancak gerçek bir özgürlük içinde gerçekleşir. Sınırlı ve karmaşık bir bilincin özgür edime ulaşabilmesi yani yaratıcı niteliğini kazanması olanaksız olmaktadır. Bu konuda Nietzsche’nin söylemiş olduğu ‘ Yeni yaratılar için kendini özgür kılmak gerekir.’ sözü aslında anlatılan bu düşüncenin kısa bir özeti gibidir. Her yaratıcı hareket, bir özgürlük arayışı, mücadelesi için yeni bir atılımdır. Fakat bundan önce her sanatçı, bilincinin niteliği ölçüsünde özgürdür. Kurucu edimi, onun bütünsel seçme özgürlüğünde kendini gösterir. Nietzsche şöyle diyordu: ‘Yazıların içinde kendi kanıyla yazılanını severim yalnız. Kanla yaz, öğreneceksin ki kan ruhtur.’ Bu anlatıya göre bilinç, yaratma sürecinde, ancak tüm duygusal ve düşünsel güçlerini harekete geçirerek hedefine ulaşacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder